13 Mart 2007 Salı

9 Şubat 2007 Cuma

.....

Pervasızca savrulan bir kaç kelime
Havada yankılanırken
Sen
Boğazında düğümlenen yumruğu
Çalışma yutkunmaya
İnmeyecek aşağıya...

Ağlama artık
Nefret ediyorum senden
Gözyaşlarından nefret ediyorum
Gülümsemeye çalışan aptal suratını görmekten bıktım tüm aynalarda

Yeter artık bitsin bu işkence
Yapma kendine bunu
Allahın emaneti değil mi ki bu can sana
Yapma
Önemsemese önemsemesin takma

Kar

Ocak 28…Hiç bu kadar geç kalmamıştın. Dışarı çıkıp botlarımın altında çıkardığın gıcır gıcır sesini dinlemek istiyorum. Her zamanki gibi burnumu kıpkırmızı yapmanı, saçlarıma düşen tanelerinin eriyemediği bir kaç saniyeyi izlemek istiyorum. Gece saat 00:15 sıkar biraz bu saatte çıkmak dışarı ama çok istiyorum. Her yeri kapladın bembeyaz, tertemiz. Sanki gündüz ışıl ışıl sokaklar. Bir tek ben değilim biliyorum özleyen seni…Kal, sakın erime haftalarca kal. Ruhuma da yağsan bembeyaz olur mu? Tüm kirlerimin üstünü kapatsan, üşümem yine de. Yağ gönlüme sil ne varsa kir adına…
Ev yine sessiz, üç kişilik küçük ailemde yalnızım her gece olduğu gibi PC başında bu huzuru seviyorum. Kendimle kalabildiğim sınırlı saatlerim var. Su çiçeği çok korkuttu bizi 2 gündür ama bu gün daha iyi çok şükür. Halemin sözü hala beynimde… “Senden 1 saniye bile fazla ömrüm olmasın” demiş kızına… Benim de olmasın senden bir saniye bile fazla yaşayacağım ömrüm…
Tekrar bakıyorum pencereden dışarı … Ağaçlar bile kaplı karla. 1998 Ocağına dönüyorum… Kızılaydan Yıldız otobüsü beklediğimiz aynı iklime… O kadar yakınken birbirimize, hep bir mesafe…
-Bak ağaçlar ne güzel görünüyor karla örtülünce…
-Evet biz de ağaç olduk burda
-(Allah’ım ben bunla yapamam hiç romantik değil) Dillendirilemeyen iç ses
Dinlesene sesi ne zorluyorsun Otobüse biniş kısa bir kargaşa, ilk yalnız kalış bu, yanyana ilk oturuş… Ve aradan 2 yıl geçer, yanyana oturuş sayısı artmaya başlar, yine Ocak ayında. Kocatepe yakınlarında bir sinema çıkışı Kızılaya inerken hızla kardan kaymamak adına ilk kola giriş, ilk sokuluş… İlk gözyaşı ve 2 yıl öncesinden saklanan otobüs biletlerinin ard arda cüzdanlardan çıkarılışı… İlk sarılış, ilk iyi ki varsın deyiş…
Ve aradan 7 yıl geçer…Yıl 2007, aylardan Ocak…Hayaller gerçek… Sıcak bir yuva, şirin bir kız çocuk, kimseden kaçmadan yanyana kalabilme, tam 4 yıllık evlilik ……………………….

..

Soğuktan titreyen bedeniyle daha bir sokuldu veda zamanında sevdiğine genç kadın. “Gidiyor muyuz?” dedi usulca. “Evet” dedi genç adam, ve sarıldılar. “Ne kadar üşümüşsün” dedi adam kadına. Aslında üşüyen bedeni değildi kadının, ağlamaklı gözlerle baktı tekrar yüzüne ve bir söz bekledi, bekledi, bekledi… “Hadi” dedi adam, “Çıkalım mı?”. Gururluydu kadın diyemedi beklediği sözleri, ya da içinden geçenleri. Döndü arkasını ağır ağır indi basamakları. Ayrılışları sevmiyordu, sınırlı saatlerde yaşamayı sevmiyordu aşkını. Ruhu hala üşüyordu, yalnızdı. Kapattı gözlerini derin bir nefes alıp hızla döndü geriye, bir dilenci edasıyla; “Hadi söyle lütfen güzel şeyler” dedi ağladı ağlayacaktı. “Söylesene sevdiğini”… Kısa bir sessizlik ve ardından “Duymak istediklerini henüz söyleyemeyeceğim ama zamanla o da olacak”… Ölmek istedi o an genç kadın yok olmayı hayal etti, hiç yaşamamış olmayı… Ağlayamadı yine…

İki Şarkı

4 Ocak 2006
Bu şarkıyı çok beğeniyorumBlog desteklese dinletirdim ama maalesef … blogspota mı geçmeli nedir???
YAKARIM GECELERİ
Bu aşkın nüshası rüzgarlarda
Aslı bende kalacak
Bizi hasret saracak
Bulutlar çıldıracak
Ayrılık başımı döndürüyor
Kavuşmayı özlettin
İntiharlar kuşandım
Bu aşkı sen kirlettin
Geçtim borandan kardan
Yitirdim bahçeleri
Ellerimi tutmazsan gülüm
Yatamam geceleri
Bu aşkın nüshası rüzgarlarda
Kahrı bende duracak
Sende ihanet gülüm
Bende matem kalacak
Bu aşkın efkarı şarkılarda
Yüzün bende solacak
Bizi zaman yenecek
Ve anılar kalacak
Geçtim borandan kardan
Yitirdim bahçeleri
Ellerini tutmadım yar
Yatamam geceleri
~~Bir de bu var…~~
BENİM OLSAN
Vazgeçmiştim ben sevmekten
Vazgeçmiştim seni düşünmekten
Ansızın kaçtım senden
Aylarca çok üzüldüm ben
Baharım gençliğim sende kalır
Gelmezsen sevmezsen aklım kalır
Olur mu olmaz mı bilmiyorum
Aşksızım, yalnızım yanıyorum
Sever mi sevmez mi korkuyorum
Benim olsan benim olsan
Olur mu olmaz mı bilmiyorum
Aşksızım, yalnızım, yanıyorum
Sever mi sevmez mi korkuyorum
Ne olurdu benim olsan
Benim olsan benim olsan

Bayramlar

27 Aralık 2006
Çocukken yaşanan bayramlar… Dilden dile dolaşan, “Ahh ahh nerde o eski bayramlar” şeklinde yakınmalar ile topu yeni bayramlara atılan, aranan ama bulunamayan o tat. Suç bayramlarda mı acaba, yoksa artık çocuk olmayan ruhlarımızda mı? Çocukken nasıldı bayramlar diye düşününce; ilk aklıma gelen bayramlık elbiseler oluyor, sonra çikolatalar, şekerler en güzeli harçlıklar, anneanne, babaanne dedeler, amcalar, halalar, teyzeler, dayılar, kuzenler, oyunlar, kavgalar…. Şenlik şamata ve curcuna kısaca. Şimdi farklı olan ne? Bayramlık elbiseler yine var, şeker çikolata desen o günkülerin alâsı var, harçlık yok tabi de roller değişmiş olarak yine var, anneanne, babaanne dedeler artık yok… Hala, amca, dayı, teyzeler var elleri öpülmeye gidiliyor ama eski neşe yok sanki… Kuzenler artık evcilik çağını aşmış,evlilikler konuşulur olmuş. Mal mülk edinme telaşına dönüşmüş, o zamanki harçlıkları toparlayıp atari alma sevdası…Artık bayram temizliği denen şeyin annelerimizi yorgunluktan gebertene kadar çalıştıran şey olmadığının bizzat içine girerek farkında olmaya başlamışız. Hele ki kurban bayramında, evleri saran et kokularının sadece yemelik değil doğramalık, dondurucuya konmalık, kıymalık çektirilmelik, fakir fukaraya dağıtılmalık, pişirilmelik ve bütün bu eylemlerde özne olan şahsın bizzat siz olduğunuzun içinize sindirilmesi demek büyümek belki… İçinizde olmayan bayram coşkusunu, çocuklarınıza vermeye çalışırkenki gösterdiğiniz riyâkârlık belki de… Bu bayram bol bol kar yağsın evden çıkmayayım, bayram ziyaretlerini yapmayayaım diye için için dua etmek belki de büyümek… Ahh ahh nerde o eski çocukluk günleri… İçimizde senin harçlığın benimkinden az mı çok mu hırsından başka hırs olmayan, bir çift bayramlık ayakkabı ile sevinebilmenin coşkusu, baş okşayan o ellerin sıcaklığını hissedebilmek, uzun aile içi siyaset konuşmalarını dinlerken gecenin bir yarısı yerdeki mindere kıvrılıp uyumanın, arada bir irkilip tekrar tekrar dalmanın rahatlığı, yerlere yayılan yer yataklarına 10 kişi yanyana yatıp kıkırdamadan uyuyamamanın verdiği o müthiş lezzet, anneannenin bütün yastıklarını indirip bütün yorganlarını da yerlere serip üzerinde akrobasi denemeleri yapmanın verdiği haylazlık… Nerde o çocukluk?
Hepinize mutlu bayramlar diliyorum

Serçe

23 aralık 2006
Bir küçük serçeydim avuçlarına konan,
Bekledim tutmanı, tutup kalbinin kafesine koymanı.
Önce yaklaştırdın dudaklarına öptün hızla çarpan yüreğimin üstünden
Titrediğimi farkettin sarıldın sıkı sıkı
Sonra bıraktın uçayım yeniden diye
Uçtum bir süre, aradı yüreğimin tam üstü dudaklarını
Döndüm, kondum yine avuçlarına
Bekledi yüreğimin tam üstü yine öpesin diye
Bu kez farketmedin titrediğimi, öpmedin hızla çarpan yüreğimi
Aldın bıraktın alelade bir masa üstüne
Gözlerim dokunsun istedim gözlerine
Göremedim gözlerini, baktım derince, farketmedin beni
Ben üşüdüm, titredim… öpmedin beni
Uç istedin belki de, uçmak istemedim.
Sonra…
Bıraktım kendimi uçsuz bucaksız maviliklere
Gözlerim hızla küçülen SENi izlerken yükseldikçe
Kanatlarım daha bir fazla çarptı
Kanayan yüreğimin üstündeki buğseye isyanım arttı
Hiç kondurmasaydın dudaklarını yüreğime,
Belki de hiç kanamazdı…
FZ

Sadece 2 damla yaş

21 Aralık2006
İki damla yaş çağladı… İzledi kendini bir süre. Biri tam da göz yaşı pınarı denen yerde birikti, ilk o süzüldü burnunun hemen yanından üst dudağının üst çizgisinin tam ortasına. Diğeri göz bebeğinin altında birikti o da hızlıca iniverdi bu kez dudağının sol yanındaki minik gamzenin tam ortasına… Oysa gamzeler sedece gülerken belirir sanardı, değilmiş meğer anladı… Diliyle tattı yaşları, tuzluydular ağlamak gibi. Aynalar son günlerde yoldaştılar ona, kâh gülerken izledi kendini, kâh ağlarken… Evet yakışmıyordu ağlamak , kabul etti bir kez daha.
“Sen çevrendekilere aşırı duyarlısın, çok kırılgan ve alıngansın, bir nevi cam gibisin” sözleri yankılandı kulağında… Ne kadar doğru tespitlerdi… Evet güçlü değildi, evet bağımlı bir kişilik yapısındaydı, evet yalnızlık korkusu yaşadı her zaman, evet bir gruba dahil olmadan duramadı hiç bir ortamda, evet hatalar yaptı, evet bu hatalara devam da etti hata olduklarını bile bile, evet yüzleşemedi kendiyle, evet sevemedi kendini, evet korktu hatalarını düzeltmekten, evet yaşadı, yaşadı, yaşadı da neden yaşadı bilemedi…
“Değiştirebilirsin bu kişilik yapını, zor olur ama imkânsız değil” . Gözler hala nemli düşündü bütün bu sözcükleri aynada… Önce kendi içindeki karanlığı aydınlatman gerek, güvenmen gerek kendine , korkmaman gerek, bağımsız da, tek de yaşayabileceğini kabul etmen gerek, “Hayır” diyebilmeyi öğrenmen gerek, boyun eğmemen gerek, sen üzülürken seni üzenlerin gözyaşlarından haberdar bile olmadıklarını beyninin en ince kıvrımlarındaki hücrelere bile kabul ettirmen gerek, sen bir tavşansan onlar da dağ ise eğer dağların seni önemsememesi kadar senin de dağları önemsememen gerek, “zaten ruhları yoktu ki ruhları duysundu” diyebilmen gerek. Hesaplaşman gerek kendinle, yüzleşmen gerek, sevmen gerek kendini, affetmen gerek, acımaman gerek kendine, bu satırları yazarken ağlamaman gerek, sonra okurken de ağlamaman gerek, güçlü olman gerek, sana öğretilmeyenleri artık öğrenmen gerek, kendi ayakların olduğunu kabul etmen, o ayaklar üzerinde durabileceğini bilmen gerek, silkelenmen gerek, kendine gelmen gerek…..Gerek de gerek; yoksa germeyek mi Al işte gülümsedim ayna çatladın mı? Sana soruyorum aynaaaa…
Bembeyaz bir sayfa açma isteği var içimde, derin bir nefes alıp, koca bir Bismillah çekip, tüm o yaşanmışlıkları geride bırakıp, kapatıp bütün defterleri,bütün sayfaları… Tertemiz, bembeyaz, kocaman bir sayfa… Yeniden doğmak gibi, kaç zamandır aktif olan bir volkanın sönüp etrafına yaydığı lavların o toprakları zenginleştirmesi gibi… Yaşadıklarının , yaşayacaklarına zengin bir miras bıraktığını kabullenmek gibi… Ve son noktayı şu şaarkının sözlerleriyle bitirmeliyim… Şarkı ekleyemiyorum ama okurken lütfen melodisiyle okuyunuz
Sanki seni boğar gibiSanki yeniden doğar gibiSanki zaman zaman ölür gibiAcısını , çilesini çekmediysenHani büklüm büklüm boynundaHani paramparça ruhundaHani soran gözlerle kapındaBekleyen dargın anıların gibiSevilmeden de sevmeyiNeyi özlediğini bilmeyiAcı da olsa yine gerçeğiGörüp te söylemeyi bilmeseydinFZ

30lu yaşlar

18 Aralık 2006
21 yaşındaydım, kendimi büyümüş hissettiğime, evlilik gibi ciddi kararları alabildiğime innamıyorum o yıllar, çünkü hala büyümüş hissetmiyorum. 30 yaşında, samimi bir dostum vardı, nerden konu açıldı nasıl öyle bir soru sordum hatırlamıyorum; “30 yaş nasıl bir yaştır?” demiştim. Kendisi bana “Keşkelerin yaşanmaya başlandığı, hayattaki herşeyin zamanlamasında bir problem olduğunun düşünülmeye başlandığı bir yaştır.” demişti. O zamanlar kavak yelleri başımın üstünde hızla esmekte, bana verilenlerin ne kadar hoş şeyler olduğunu düşünmekte, zamanlama hatasının ne olduğunu bile bilmemekteydim. Şimdi 30 a 3 kala keşkelerim artmakta, zamanlama hatasının nasıl birşey olduğunun yavaş yavaş farkına varmaktayım. Eeee böyle mi gidecek bundan sonrası? Hep bir kendine acıma, acındırma haleti ruhiyesi, ağlamaklı tavırlar… Nereye kadar? Hadi kalk, bırak, yaşa, devam et…Zor anlar, zor zamanlar, yanlış anlamalar, yanlış anlaşılmalar… Sıkılmalar, offlamalar, pufflamalar, uğraşacak bişeyler aramalar, bulmalar, saçmalamalar, uyumalar, uyuyamamalar, dağıtmalar, toparlanmalar, toparlanma süsü vermeler, mutlu olmalar, sonra olmamalar, hayatın anlamını sorgulamalar, nerde yanlış yaptımlar ve daha neler neler…30lu yaşlar zormuş hakkaten, bi kere 25inden sonra tıbben yaşlanma başlıyormuş ki hücreler kendini yenileme işine son veriyorlarmış, göz çevresinde eğer aileden gelen bir şans durumunuz yoksa kaz ayağı denen çizgimsi kırışıklıklar baş göstermeye başlıyor. Sonra gelsin kozmetik katalogları, kremler, yağlar, serumlar… Göbek denen şeyin oluşumunun imkansız olmadığını anlıyormuş insan. Annesine benzemeye başladığını, ve annesinin eleştirdiği her davranışının kendi üzerinde tecelli etmesiyle farkediyormuş 30 lu yaşlara gelindiğini. Velhasılı kelam hayat her yaşta güzeldir yalanının da en sık söylendiği yaşlara ufak ufak yaklaşırken, eğer hala apartman koridorunda yayılan sıcak poaça kokusu sizi de beni olduğu gibi etkiliyorsa, bırakın akıp giden zamanı düşünüp hayıflanmayı, keşkeler içinde kaybolup gitmeyi de kalkın bir tepsi sıcacık poaça yapın. Yapmışken bir iki tane de bana ayırmayı unutmayın ;) FZ

Kelebek hayalleri

15 Aralık 2006
Siz hiç kelebek büyüttünüz mü özenle ? Ben büyüttüm, 10 tane incecik kurtçuğa bir ayakkabı kutusunu ev yaptım önce, evlerinde rahat etsinler diye renkli kağıtlar serdim kutunun tabanına. Uzaklardan beyaz dut yaprakları kopardım her gün öğleden sonra, güzelce yıkadım hastalanmasınlar diye. Saatlerce izledim yaprakları yemelerini. Gece korkmasınlar diye gece lambasının altına koydum kutuyu sarsmadan. Her sabah sağ elimin işaret parmağıyla sevdim kadife tenlerini. İkisini ölü bulduğumda bir okul dönüşünde, sessiz sessiz ağladım. Büyümelerini izledim sabırla, güzeller güzeli bir kelebek olacaklarının hayaliyle daldım her gece uykularıma. Öptüm kokladım kurtçuklarım büyüdükçe. Hatta onlara isimler koydum herkesin birbirinin aynı sandıkları miniklerimi bir ben ayırdım birbirlerinden. Vakit gelmişti ilk yapanı şaşkınlıkla izledim kozasını; kutunun köşesine incecik iplikler çıkararak ağzından ördü tombul kurtçuğum. . Ve tamamladığında artık kendi de içindeydi. Kıyamadım kozayı elime alıp içini ışıkta görmeye çalışmaya… Bekledim…Bekledim…Bekledim. Bir sabah kozanın delindiğini gördüm, evet evet işte çıkıyordu güzeller güzeli kelebeğim… Gözlerimi alamadım kozadan, önce başını çıkardı siyah ve çirkindi, sonra kanatlarını ve gövdesini… Gözlerime inanamıyordum bu değildi benim rüyalarımı süsleyen güzeller güzeli kelebeğim… Bu şişman ve minicik kanatları olan çirkin bir kelebekti… Bir yanlışlık olmalıydı, diğer kozaları bekledim sabırla, ama hepsi aynıydı… Hayallerim yıkılmıştı sanki…Mutsuzdum… Garip kanat çırpışlarını ve sadece bir gün süren ömürlerini hüzünle izledim. Atamadım hiçbirini çöpe, annemin çiçek saksılarına gömdüm özenle… Elimde bir avuç yumurtayla kalakalmıştım… Bir dahaki seneye büyüyecek olan yumurtalar ve yıkılan hayallerim…………..Ne kadar büyüse de insan, kelebek hayalleriyle yaşamaktan vazgeçemiyor. İçinde hep kelebekler büyütüyor, özenle, ilgiyle, sabırla bekliyor güzel bir kelebek olmasını hayallerin… Şanslıysa eğer doğru kurtçuğu seçiyor ve hayaline kavuşuyor, şansızsa kurtlar hep ipek böcekleri oluyor ve elinde bir avuç dolusu yumurtayla kalakalıyor… Bir de bazıları var ki; işte o bazıları bile bile elindekinin güzel bir kelebeğe dönüşmeyeceğini sevmeye, okşamaya, beklemeye devam ediyor… Kim bilir gerçek sevgi belki de budur; hiçbir zaman güzel bir kelebeğe dönüşmeyecek bir kurtçuğun peşine bile bile takılıp savrulmak… Tüm çirkin ve güzel kelebeklere… FZ

Keşke

13 aralık 2006
Çat ayazda sırf ısınmak için birbirinin koluna sıkı sıkı girmiş çift, açlıklarını gidermek için aceleyle lokanta yolunda, bomboş kaldırımda ilerliyordu. Yoldan kaldırıma geçen ve hızla kendilerine doğru koşturan gençten korktu kadın, biraz geri çekildi, durdular… Genç 20 li yaşlardaydı, başında yeşil beresi, kırmızı montu, ince bir kot pantolonu ve kot pantolonunun belinde bir bel çantası vardı. Kadını korkutan bunlar değildi elbette, genç yürümekte zorluk çekiyor, tek kolu dirseğinden bükülmüş vaziyette sürekli yukarıda duruyor, söylemeye çalıştıkları anlaşılmıyor, konuşurken salyalar akıtıyor, yürürken ayak uçlarında yürüyordu… Belli ki ya doğuştan engelliydi, ya da sonradan çocuk felci ya da başka bir rahatsızlığı olmuş ve vücudunda onarılması mümkün olmayan problemler bırakıp gitmişti. Adama yaklaştı, bükülü kolu ile bedeni arasında duran şeyi uzatmaya çalıştı, kadın geride bakıyordu olup bitene. Adam aldı ve yere koydu, evet bu bir basküldü… Dijital bir baskül. Çık der gibi işaretler yaptı adama genç çocuk. Adam çıktı gülümseyerek baskülün üstüne, rakamı okudu ve indi. Çocuk kadına baktı hadi sen de çık der gibi kadın hala tereddütlü “Hayır sağol” dedi gülümseyerek. Bu kez gözlerinin içine baktı çocuğun; sımsıcaktı, parlıyordu kendininkinin aksine, ve gülüyordu alabildiğine geniş küçücük yüzündeki kocaman dudakları. Adam cebine attı elini, bir sürü bozukluk çıkardı ve al bakalım dedi gence başını okşar bir edayla… Yazık diyerek yürümeye koyuldular ki, gencin bağırışlarını duydular sesleniyordu ve koşarak yetişmeye çalışıyordu… Bir eli bel çantasında diğer eli hala yukarıda… Verilen bozuklukların bir kısmını iade etmeye uğraşıyordu… “Ben dilenci değilim” tavrından başka bir şey değildi bu. Kadının gözleri yaşardı bu onur, bu guru karşısında ama ağlayamadı. Keşke dedi keşke ben de tartılsaydım… FZ

Bana bunu yapma

11 aralık 2006

Haberdar mısın hüznümden?

Yoksa kendimi mi kandırıyorum takındığım tavırların senin için anlamlı olduğunu düşünerek?

Farkında mısın; gözlerim kurutmuş yaşlarını.

Yoksa bakmadın mı hiç gözlerime, yoksa baktın da göremedin mi?

Biliyor musun, kalbimde anlamsız telaşlar var, anlatmak geliyor içimden dinler misin?

Umurunda değil mi yoksa, benim iç çekişlerim?

Korkuyorum diyorum, sorsana neden diye?

Bakıyorum yüzüne, boşveren gülüşlerden bıktım… Takma, kasma, abartma, büyütme, bekleme sözcüklerinden de…

Biraz ilgi bekliyor zavallı yüreğim, görsene beni…

Kör mü oldu gözlerin? Yapma…

FZ

Aç gözlerini hayata

9 Aralık 2006
Geri dönmek istediği anları, anıları vardır insanın. Gözlerini kapatıp ya da kapatmadan düşündüğünde tekrar orada olmayı hayal ettiği yerler vardır. Benim gözlerimi kapatmadan düşündüğümde ilk gelen aklıma, bir bekar evinde yaklaşık 15 kız toplanıp, sigara, alkol, müzik olmaksızın kendi kendimize oluşturduğumuz bir nevi tiyatro kulübünün, o gün çıkardığı oyun sonrasında rahatlamış, alkışlanmanın verdiği onurla suratlarda gülümsemenin de ötesinde sırıtan ifadelerle, hatta kimilerimizin ben gibi kikirdemelerimize engel olamadan, yerlere serilmiş vaziyette (çünkü onbeş kişilik oturma alanı bekar evi için bir lükstür), günün, oyunun, alkışların, izleyici dönütlerinin kritiğini yaptığımız o andır.
Gözlerimi kapattığımda ise Amasra da koy manzaralı odada, sırf sabah güneşinin doğuşunu izlemek için 05:00′a kurulmuş saat ile uyanıp, balkonda deniz ve gökyüzünün nasıl siyahtan önce sarı ve ardından maviye dönüşümünü izlediğim, bu dönüşümün sonlarına doğru martıların da benden hemen sonra uyandıklarını sanki bana “Günaydın” dercesine uçuşmalarını izlediğim ve çığlıklarını dinlediğim o an gelir. Her iki ana dönebilmek için de bir çok şey feda edebilirim… Aslında bu iki ânı da yaşarken yıllar sonra bu kadar değer vererek hatırlayacağımı hiç düşünmemiş olduğumu şimdi farkediyorum. İçinde bulunduğum şu an da belki yıllar sonra dönmek isteyeceğim bir zaman dilimi olacak kim bilir? Bunu farketmek, ve zamana hakkını vererek yaşamak aslında mutluluk için temel şart kanımca.
Geri dönmek istediğimiz anlar elbette sadece güzel zamanlar değildir. Ne acıdır ki; o âna dönseydim şunu asla yapmazdım dediğimiz dakikalar da var hayatımızda… Bırakın onlar da bana kalsın. FZ

Anneme ve kızıma

08/12/2006 …….00:24
Hani akamaz o yaşlar dolar ya gözlerine.
Hani kalbin acır, acır da duyuramazsın sesini,
Bakamazsın ya gururdan ağlarken kimselerin yüzüne.
Hani annen gelir hep aklına ağlarken geceleri.
Bilemez kimse derdini, bilse de anlayamazlar seni
Hani yangın yeri gibidir ya başının taa içi Ellerini titrek, kalbin kırık, yüreğin buruk
O zaman hatırla ki; kimse sevmese bile annen seviyor seni…
FZ

Her evin ışığı; birbirinin aynı

7 Aralık 2006
Ne kadar çok ışık o kadar çok hayat. Akşam olunca evlerin pencerelerinden dışarı sızan ışıklar bana hep bunu düşündürür. Her evde bir hikaye, çoğu sıradan sanar hayatını ama değildir. Kimi de alabildiğine ukala gizemli olduğunu söyler durur yaşantısının, gizemli ve özel… Hep başka hayatlar merakımızı uyandırmıştır. İnkâr etse de insan fıtratı gereği bir merak, özenti besler durur başka hayatlara. Kimi zaman markette kasa sırasında önümüzdeki kişinin aldıkları merakımızı uyandırır, kimi zaman komşumuzun mutfağından gelen yemek kokusu. Bazen telefonda kimle konuştuğunu merak ederiz yabancıların, bazen dostlarımızın MSN listelerinde kimlerin olduğunu. Yitirip gururumuzu balıklama dalarız kimi zaman başka hayatların en mahrem alanlarına… O zaman anlarız ki birbirimizden zerre farkımız yok. O ukala görüntü altında yatan da sizin hayatınızın aynısıdır aslında. Tüm umut ve mutsuzluklarıyla… Ne kadar inkâr edilse de hayatlar birbirinin aynıdır. Keşke mahşer yeri hengamesiyle, çıkarıp atsak üstümüzdeki tüm giysi, tavır ve önyargıları… Hepimiz aynıyız, biriz!!! FZ

gelin canlar bir olalım
zalime kılıç çalalım
yoksulun hakkın alalım
kula kulluk bitisin artık
bu keşmekeş bitsin artık

özü öze bağlayalım
sular gibi çağlayalım
bir yürüyüş eyleyelim
kula kulluk bitisin artık
bu keşmekeş bitsin artık

açalım kızıl sancağı
geçsin zalimlerin çağı
elimizde dost bıçağı
kula kulluk bitisin artık
bu keşmekeş bitsin artık

pir sultan’ım geldi cuşa
zalimlerin aklı şaşa
haklı olan gelsin başa
kula kulluk bitisin artık
bu keşmekeş bitsin artık

Başka kurtuluş yok gelin canlar bir olalım

Tel Örgü

4 Aralık 2006

Soğuk ve loş odanın eskimiş perdelerini yavaşça araladı. Pencereden dışarıya baktı uzun uzun, görmüyordu dışarıdaki resmi; beyninde onlarca kelime onlarca düşünce uçuşuyordu. Bir süre sonra farketti pencerenin önünde ne olduğunu; güzün soldurduğu çimenler, yapraklarını dökmüş iki ağaç ve bahçe sınırını belrileyen bir tel örgü. Tel örgünün arkasında küçük bir kulube, kulubenin ışığı yanıyor evin aksine. Hava kararmaya başlamış, gitme vakti gelmiş uzaklara. Bu son gidiş mi diye düşünüyor ne gözü görüyor ne kulağı duyuyor soğuk, loş ve ıssız odada olup biteni. Perdeyi kapatıp dönüyor tekrar odaya, boğazına bir yumruk takılmış sebebini bilemiyor. Yutkunuyor ama gitmiyor. İç çekiyor sürekli kendi bile bilemiyor bu iç çekişlerin daha ne kadar süreceğini… Sönmek üzere olan sobanın yanına gidiyor, çocukluktan kalma bir alışkanlıkla sobanın borusuna sarılıyor. Son bir kez daha bakıyor odanın orasına burasına asılmış hiç tanımadığı simaların fotoğraflarına, en çok da birine bakıyor dönüp dönüp tekrardan…Saçlarını topluyor ve bakıyor aynaya uzun uzun, aynadaki gözlere bakarken birden yanında biri daha beliriyor alacakaranlıkta. Bu kez o gözlere odaklanıyor. Oval ayna camı sanki bir fotoğraf çerçevesi oluveriyor. O an yine ağlamaklı oluyor, başını istemsizce sola doğru hafiften çeviriyor ama hala gözü aynada. iki kişilik görüntü yavaş yavaş siliniyor ve yine aynada sadece bir çift göz kalıyor. Hafifçe eğiliyor öne doğru ve hep yaptığı gibi gözlerini kısıyor ve gülümsüyor. Yine tek başına kalıyor kenarları paslanmış ayna camında. Anlıyor bir kez daha yalnız olduğunu. Yanında kim olursa olsun ruhunun hep yalnız olduğunu. Umutlarını düşünüyor, hayallerini, yarınlarını. Yaşayacak anın bu andan ibaret olduğunu farkediyor, farkediyor ve yaşadıklarına bir kez daha “İyi ki…” diyor. Gülümsüyor. Dilinde anlamsız bir şarkı sanki hayata boşverdim ben der gibi çıkıyor, soğuk loş ve ıssız evden. Kapıyı kilitlerken anahtarı yere düşürüyor hiç söylemediği sözler çıkıyor ağzından belki de yalnızlığın verdiği rahatlıktan. Dönüyor gülümsüyor ve bir “Hoşçakal” fırlatıyor bu yalnızlık yuvasına. Hızlı adımlarla uzaklaşıyor, uzaklaşırken bahçenin tel örgüsü gözlerinin önünde; sanki ruhunu sarmalamışlar gibi, aynadaki çift kişilik hayal silüeti beyninde, sanki hiç silinmeyecekmiş gibi. Adımlarını hızlandırıyor, arabaların ışıkları alıyor gözlerini, şehri sis bulutu gibi kaplayan kirli havayı soluyor derin derin. İlk kez canı sigara içmek istiyor, ilk kez sarhoş olmak… Ve dilinin ucundaki şarkıyı seslendirmeye başlıyor; “Öyle sarhoş olsam ki, bir an seni unutsam, Unutsam bu günleri, yarınları unutsam…” FZ

3 Aralık 2006
“Gülmekle başlar herşey…Kendini sevmekle…Güzel şeyleri hakettiğini düşünmekle.”Hayata gülümseyebilmek bazen ne kadar zordur. Hep gülümsersiniz zorlarsınız kendinizi ve sizi görenler mutlu olduğunuzu düşünür, imrenilirsiniz, şanslı olduğunuz söylenir durur. Oysa kimse bilemez o gülen yüzün arkasında saklı olan hüznü, bilemez kimse bu hüznün sebebini. Hatta bazen kendiniz bile bilemezsiniz. Ama ısrarla gülümsemeye devam edersiniz, belki de gülen yüzünüze alışmış insanları hayal kırıklığına uğratmak istemezsiniz, aynalara bile gülümsersiniz ki kendiniz de uğramayın hayal kırıklığına . Karşılaştığınız en olmadık kişilere bile gülümsersiniz, asık suratlar hoşunuza gitmez hiçbir zaman. Peki gülümsedikleriniz de her zaman size gülümser mi?İnsanın kendini sevmesine gelince; bu zaman zaman değişiklik gösteren bir olgudur. İnsan kendini ancak sevildiğini bildiği zaman sevebilir. Ne büyük boşluktur aslında hiç sevilmediğinizi düşünmek… Ne kötü bir duygudur kimbilir? Hayatta kimse tarafından sevilmediğini hissetmek…. Sevgi ille de sözcüklerle mi ifade edilir? İnsan sevildiğini sadece duyacağı kelimelerle mi anlar? Elbette hayır.Güzel şeyleri hakettiğini düşünmek; kim düşünmez ki? Eğer kendini seviyorsa, herkes hayatın ona güzel şeyler vermesi gerektiğine inanır. İnanır ve bu inanışın beyhûde olduğunu da öğrenir zamanla… Güzel şeyleri hakederiz belki ama hayat ödemez borcunu hakkımızı vermez kimi zaman…
Gülümseyelim mi öncelikle? Sonra sevelim mi kendimizi? Sevdiklerimizin de kendini sevebilmesi için sevildiklerini hissetmelerini sağlayalım mı? Sonra da inanalım mı güzelliklerin bir gün bizi bulacağına? Umutlarınız hiç eksik olmasın… FZ
(Bu yazı üç kişiye ithafen yazıldı; onlar kendilerini çok iyi bilyorlar, hadi sevin kendinizi ben sizi çok seviyorum çünkü…)

Bulutun Uçağı

3 Aralık 2006

Bir uçak geçti bu gün mavi gökyüzünden.

Varlığı gözle görülmeyen bir bulutu yararak ve arkasında bembeyaz uzunca bir iz bırakarak. Bulut üzgündü çünkü uzun zamandır bekliyordu uçağı, gelecek ve kalacaktı kucağında. Oysa uçak bir dakika bile durmadan canını acıtarak, parçalayarak, göğsünde kocaman bir delik açarak geçip, uzaklaşıp gitmişti. Ne uçak ne de pilot farkında değildi oysa bulutun canının yandığının. Arkasından bakakaldı bulut ve üzerinde kalan uzun beyaz çizgiye baktı. Uçak hızla kaybolmuştu gözden ama iz hala duruyordu. Bekledi aynı hızla silinmesini bulut uzun beyaz çizginin. Oysa çizgi silinmiyordu. Zaman lazımdı belki de sabretmeliydi bulut. Evet evet canı hala yanıyordu, kızgın ve kırgındı, ve istiyordu artık üzerinde hiçbir izinin kalmamasını uçağın. “Yok olsun” dedi “Hadi artık bu çizgi yok olsun”…

Az sonra sanki çizginin baş tarafı yavaş yavaş silinmeye başladı. Bulut üzüldü bu kez. “Tamam gitmiş olabilir ama bari izi kalsın, ben affettim kokusu kalsın üzerimde” dedi “Lütfen silinmesin”…Ama zaman onun kadar sadık kalamadı sevgiye ve ilerledikçe dakikalar ne beyaz uzun iz kalmıştı uçağa ait ne de uçağın kokusu bulutun burnunda. Sadece kocaman bir delik göğsünde; asla onarılamayacak olan kocaman bir delik.

Bulut ağlamaya başladı birden; özlüyordu 1 dakikalık kavuşmasını, seviyordu onu umursamayan uçağı. Öyle çok ağladı ki; sırılsıklam etti bütün sevenleri. Ve sıkı sıkı sarıldılar üşüyen sevgililer birbirlerine; söz verdiler arkalarında iz bırakarak, can yakarak, kocaman delikler açarak hızla geçip gitmemeye… FZ

Kabullenişler

30 Kasım 2006
Sarı sarı patateeees” naralarıyla attım sokağa kendimi. Bir zamanlar kadınların saçlarını sıkıntılı oldukları zamanlarda değiştirdiklerini duymuş gülüp geçmiştim. Meğer haklılık payı varmış biraz. Bir buhran zamanıydı, krizlerden kurtulma çaresiydi. Arabayı boşverip yürümeye karar verdim kuaföre kadar. Ayaklarımın altında ezilen yaprakların hışırtılarıyla, ciğerlerime bacalardan çıkan o kış kokusunu doldurup, ellerim ceplerimde, omuzlarım istemsiz olarak sanki kendi içime sığınma edasıyla yukarı doğru kalkmış yürümeye koyuldum. Sokak o kadar gürültülüydü ki, belki de beynimdeki sorulardan kurtulmama yardımcı oluyordu bu gürültü. Önünden geçtiğim apartmandan hışımla çıkan kadının elinde boşaltılmış olacak olan soba kovası, başında geriye doğru sıkılmış yemenisi, ayağında basma pijaması, kaşları her zamanki gibi çatık, bir küfür patlattı ; “Nüfus sayımıymış, kimlik numarasıymış, hiç işim gücüm kalmadı….” Belli ki kapıya gelen görevlilere sinirleri bozulmuş, belki de ilk kez duyduğu kimlik numarasını bilmemesiyle kim bilir garipsenmiş, yadırganmış ve benim karşıdaki teyzeye denilen gibi “En geç yarın öğren gel” denilmişti. Hala yürüyordum, köşede iki amca ellerinde bir poşet dolusu mandalina etraflarını saran beş çocuğa mandalina dağıtıyorlar. Çocukların elleri soğuktan kızarmış ama toplarını sıkı sıkı tutuyorlar. Adamlardan yaşlıca olanı; “Alın bağalım, yiyin bağalım, hadi bağalım” diyerek konuşuyor, çocuklar mandalinaları bir yandan soyuyor, bir yandan üçer beşer dilim ağızlarından sularını akıtarak tıkıştırıyorlar. Çocuk olmak vardı diyorum kendi kendime, yolda ilerlerken, çocukluğum geçiyor gözlerimin önünden tam da 100 metre var yok, bizim büyüdüğümüz apartman bahçesine varmaya… Kimse yok garipsenir miyim? Ne işi var burada denir mi? soruları aklımda omuzlarımı daha bir kaldırıyorum ellerim hala ceplerimde, bir iç çekişle sapıyorum bahçeye… Gülümsüyorum ilk aklıma gelen yakartop oyunları oluyor ve bir türlü atlamayı beceremediğim ipler, oynadığımız evcilikler, çağırdığımız ruhlar, kaynatılan salça kazanlarının dibini yalamalar, közlenen patatesler… Bahçenin diğer kapısından çıkıp yürümeye devam ediyorum. Kendimi sevdiğimi bir kez daha fark ediyorum. Kuaförün kapısını açıyorum, itiraf ediyorum hala ilkokul beşinci sınıfta gittiğim aynı kadına gidiyorum. “Kes” diyorum gülümsüyor az buçuk tanıyor beni ve ne zaman onu ziyaret ettiğimi tahmin ediyor. Çıkışta kısalan saçlarla içimi garip bir huzur kaplıyor. Evin yolunu tutuş, içeri girmek istemeyiş, arabayla küçük ilçenin bir baştan bir başını turlayış ve akşam… Yine kendinlesin ve gerçeklere dönüyorsun… Hayat hep bize yaşayacaklarımızı sunar. Bize düşen de kabullenmek olur çoğu zaman, yürek kabul etmese de kabulleniriz. Kabullenişlerinizin çok çok az olması dileğiyle…

Merhaba

İsimsiz, cisimsiz, kimliksiz, güvensiz, yalnız... Bir blogda olması gerektiği gibi... Ben de buradayım